İngiltere Prensi Charles Konya''da

İngiltere Prensi Charles Konya''da

İngiltere Prenci Charles eşi ile birlikte konya''ya geldi. Prens Charles Mevlana müzesi Ziyareti''nin ardından MKM''de düzenlenen sema törenini izledi.

Sema töreni ardından yapılan konuşmaların tam metinleri

Tahir AKYÜREK

Konya Büyükşehir Belediye Başkanı

Sevgiyle acılar tatlılaşır,

Sevgiyle bakırlar altın olur,

Sevgiyle bulanık sular durulur,

Sevgiyle dertliler deva bulur,

Sevgiyle ölüler dirilir,

Sevgiyle padişahlar kul olur.

Ekselansları Galler Prensi Charles, kıymetli eşi Düşes Camilla hanımefendi ve değerli misafirler;

Çatalhöyük’te başlayan ve yaklaşık onbin yıldır bu topraklarda hüküm süren değişik medeniyetler şehrimize önemli bir insanlık birikmini miras olarak bırakmışlardır.

Bu birikimin farkında olan ve sorumluluğunu taşıyan bir belediye başkanı olarak, Sizleri Hazreti Mevlânâ’nın doğumunun 800. yılında şehrimizde görmekten büyük bir memnuniyet duymaktayım.

Zira Ekselansları’nın Hz. Mevlânâ’nın insanlığa 750 yıl önce yaptığı çağrıları, bugüne taşımak amacıyla, barış ve sevgi mesajlarını bir kez de buradan dünyaya seslenmek için aramızda olduğunu biliyorum.

Ekselansları’nın 27 Ekim 1993 tarihinde Oxford Üniversitesinde yaptığı İSLAM ve BATI başlıklı konuşmasında söylediği bir paragrafı buradan sizlere yeniden hatırlatmak istiyorum.

“İlginçtir ki, İslam ile Batı arasında, anlaşmazlıklar süre gelmektedir. Kendi kendime soruyorum, İslam Dünyası ile Batı arasındaki ortak yönler, farklılıklardan çok daha fazla. O halde neden ortak yönler değil de; farklılıklar, ayrılıklar gündemde?

O halde birbirimize karşı içimizde duyduğumuz husumet ve şüphe duygularını yok etmek ve çocuklarımızın geleceği için; ortak insanlık mirasımızı, iyilikleri, erdemleri ön plana çıkarmak, barışı ve sevgiyi hakim kılmak için seferber olmalıyız”

Bu duygu ve düşünceleri buradan, Hz. Mevlânâ’nın şehrinden, Konya’dan, tekrar dünyaya seslendirmemiz çok önemlidir, çok manidardır. Medeniyetler ittifakına, Dünya Barışına katkı sağlayabilecek bir adımdır.

Bu sebeple, sizleri bu gün burada ağırlamaktan memnuniyetimi tekrarlıyor ve saygılar sunuyorum.

DRAFT SPEECH FOR HRH THE PRINCE OF WALES,

KONYA, TURKEY

“DOĞU VE BATI: MANEVİYAT KISSALARI”

Ekselansları Galler Prensi Charles

Tekrar Türkiye’yi ziyaret etmekten büyük bir memnuniyet duymaktayım. Ülkenizi son ziyaretimden bu yana daha üç yıl bile olmadı. Bu seferki ziyaretime ise ülkenizin kültürel ve tarihi mirasını bir parça da olsa görebilmesi için sevgili eşimi de beraberimde getirebilmiş olmaktan ve sürdürülebilir organik tarım ve tasarım teknolojisi gibi konularda yürütülecek toplantılarımız süresince ülkenizin geleceğine bakabilmekten büyük sevinç duymaktayım.

Türkiye’nin uluslararası sahnede her geçen gün daha çok yer aldığını ve Orta Doğudaki Barış Süreci de dahil hayati öneme sahip küresel önceliklere destek vermek amacıyla uluslararası camia ile yakın ilişkiler içerisinde olduğunu görmek son derece sevindirici. Belki Türkiye’nin diğer uluslararası başarılarından oluşan uzun listeden bahsetmenin yeri burası değil ama Afganistan’da barış ve istikrarın sağlanması için yerli halk ile birarada çalışan Uluslararası Güvenlik Destek Kuvvetine yapmış olduğunuz güzide başkanlığı burada özellikle belirtmeden geçemeyeceğim.

İtiraf etmeliyim ki, burada, Mevlana Celalettin Rumi’nin son dünyevi mekanı olan Konya’da, ölümünün 800. yılını rahmetle anarken, artık Mevlana Hazretlerinin eserlerine Batı Dünyasında da büyük ilgi duyan çok sayıda kişi olduğunu görmek beni son derece etkiliyor. Ve kendimi bu kimselerin bir şekilde kendi hayatlarında eksikliğini hissedip Mevlana’nın şiirsel maneviyatında buldukları şeyin ne olduğunu sorgulamaktan alıkoyamıyorum. Belki de bu, hepimizin hissettiği ancak Mevlana’nın son derece iyi bir şekilde anlayıp aktardığı yüreklerimizdeki o özlem olabilir mi? Ya da varlıkların dışa dönük ifadesiyle dolup taşmış bir dünyada, eserlerinin, kendimizle çelişen bir şekilde hepimizin hala önemli olduğunu hissettiği ruh yolumuzu aydınlatmak için iç dünyamıza parlak bir ışık yansıtması mıdır bizleri çeken?

Ya da hem yüreklerimizi hem de zihnimizi kendisine sürükleyen, öngörüsünün evrenselliği – mukaddes olanı algılayışı mıdır? Bizlere hatırlattığı gibi, “kandiller farklı olsa da ışık aynı ışıktır. Işığa odaklanırsan bu fani bedene miras ikiliğin ötesini de görürsün.”

İnsanları ona çeken her ne olursa olsun, bence hayata Batılı yaklaşımımız bunun aksine parçalayıcı ve yanlı; hatta çoğu zaman bütünden çok parçayla, içselden çok dışsal olarak tanımlayabileceğimiz bir gerçeklikle ilgilenen bir hale gelmiştir. Gerçekten de zaman zaman Batıda bizlerin her tür amaç ve niyetimizde gerçekliğin görünen kadar görünmeyen de bir boyutu olduğunu kavrayabilen yürek zekamızı, yani içgüdüsel niteliklerimizi terkettiğimiz hissine kapılıyorum. Belki de bunu olmasaydı yokolmaya karşı çok daha savunmasız hale geleceğimiz Tanrı’nın bize verdiği duyulardan birisi olan bir “altıncı his” olarak da adlandırabiliriz. Ve tabii ki bu parçamızı tekrar bütünleştirebilmemiz böylece bize meydan okuyan sınamalarla yüzleşebilmek için ihtiyaç duyacak olduğumuz bütünlük hissini yeniden oluşturabilmemiz gerekmektedir.

Bizlerin kendimiz ve dünyanın dört bir yanındaki tüm halklar için Batı’da gerçekleştirebildiğimiz bütün güzel şeylerin içerisinde, yüzyıllar boyunca Doğunun bizler için bir ilham kaynağı olduğunu ve bizlere evrensel gerçekleri öğrettiğini ki bunlara isterseniz maneviyat kıssaları da diyebilirsiniz, kabul etmemiz gerekir. Örneğin, büyük şairimiz Tennyson kendisinden kısa bir süre sonra gelen ve Kur’an’ı sadece bir de değil 14 faklı şekilde tamamen ezberlemiş olan Attar’ın öğrencisi Fars şair Şirazlı Hafız’dan çok etkilenmişti.

19. Yüzyıl Batılı Şairlerinin bir çoğunda da benzer etkiler görülmektedir. Büyük Alman şairi Goethe, Hafız’ı “ruhani usta” olarak adlandırmıştı.

Bu tür kıssaların olumlu etkileri tüm geleneklerimizde de seçilmektedir çünkü yürek aklı bizlere birbirimizi daha iyi tanıyabilmemizin yollarını göstermektedir. Hepimizin aynı olmadığını biliyorum. Fakat ebedi ve evrensel bilgelikten bahseden ortak değerlerimiz var – ve bu öyle bir bilgelik ki yaradılış içerisindeki yerimizi düşünmemizi sağlar, bizi birbirimize yakınlaştırır ve köprüler kurmamıza imkan verir. Dolayısıyla herbirimiz kendi inancımıza sadık olsak da, bu bilgelik ve anlayış sayesinde diğerlerinin inançlarına daha saygılı davranabilmekte ve bizim için kendi inandığımız şeyler ne kadar kıymetliyse komşularımız için kendi inandıkları şeylerin de en az o kadar kıymetli olduğunu daha iyi kavrayabilmekteyiz. Aslında bu saygıyı göstererek kendi inancımızın olgunluğu göstermiş oluruz ki bu da Ulusların medeniyetinin bir işaretidir.

20. Yüzyılın önde gelen Britanyalı şairlerinden birisi, merhum Kathleen Raine “Ruha inanmayan bir dünyada asıl kurbanın İnanç olduğunu” işaret etmişti. 20 yüzyılın neredeyse tamamını yaşamış olan şair, Batıda İnancın düşüşüne tanıklık etmiş böylesine tüketilmiş bir materyalist medeniyetin ana olgularının tersine çevrilmesine yardımcı olmak amacıyla benim de Koruyucusu olduğum Londra Temenos Akademisini kurmuştur.

Tüm çabalarının merkezinde kendisinin “hayal gücünün öğrenimi” olarak adlandırdığı çalışma yer almaktaydı. Mandala adlı şiirinde de berlirttiği gibi:

Gözün baktığı yerde, gizem çözülmeye başlar

Ve her mevsim açan gül, aşkın büyüyen kertesi o noktadadır.

Hayal gücüne bakışı oldukça spesifikti. Hayal gücü, kalbin gözüydü. Bu, Mevlana’nın “basiret” olarak adlandırdığı ve içgörü anlamına gelen hayal gücü ile aynı niteliğe sahiptir. Tüm varlıkların dış görünümlerinin ötesine geçerek iç gerçekliklerini görmemizi sağlayan şey, yüzyıllar boyunca bir çok şairin yansıttığı, kalbin gözüdür.

Britanya’nın diğer büyük şairlerinden birisi William Wordsworth de bu kavramı iyi anlamış ve şöyle tanımlamıştı:

Uyumun gücü ve neşenin daha da derin gücüyle

Susturulan göz

Cisimlerin hayat ışığını gösterir bize.

Varlıkların bir şekilde gözardı edilmiş olan bu görünümünün yeniden hakettiği öneme kavuşturulması gerekmektedir. Farklılıklarına rağmen, bu üç ilahi dinin her birine ait vahiylerde ortak bir mesaj bulunmaktadır: birbirimize önem vermemiz gerektiği.

Ve buna rağmen, insanoğlunun bencilliğinin ve birbirine ve etrafındaki dünyaya karşı kibrinin her geçen gün daha da artan örnekleriyle donatılmış bir çağda yaşıyoruz. Böylesine dalgalı denizlerde, sağlam bir çapaya ihtiyaç vardır: ve o da zayıflığımızı kabul etmemizi sağlayacak bir yöntemdir.

Ve bazen merak ediyorum aramızdaki farklılıklar ilahi öğretinin kendisinden çok bu öğretiyi yorumlayışımızdan kaynaklanmıyor mu?

Artık açıkça görülmektedir ki doğal yaşama verdiğimiz zararın etkilerini kendi üzerimizde de görmekteyiz, mesela iklim değişimi, eko sistemlerin ve canlı türlerinin yok edilmesi ve artan sel ve fırtına felaketleri, ve belki de artık bu korkunç olaylar ile sanayileşen dünyada insanoğlunun kutsal olan olgusunu kaybetmesi arasında doğrudan bir bağlantı olup olmadığını sorgulamamızın zamanı gelmiştir. Eğer günahkarlığımız ile yürekten gelen içgüdümüz arasında karşılıklı bir bağlantı varsa o zaman bu kibrimizin üstesinden gelebilmek ve olayları daha net görebilmek için içsel zekamızı kullanmamız gerekmektedir. Ve bu da sayın baylar bayanlar hayatta kalabilmemiz için hayati bir önem taşımaktadır.

Bence artık yeni ve çok yakın bir geçmişe kadar da gözönüne çıkmamış tehlikeler ile karşı karşıyız ve yüreğin gözünü dinlemeyen bir dünya görüşüne sahip olmak da bizleri bu tehlikelere karşı tamamen hazırlıksız kılıyor. Teknolojimizin ve yaratıcılığımızın şüphesiz bu tehliklerle yüzleşirken bizlere önemli yardımı dokunacaktır ancak bunlar söz konusu tehlikeleri tek başlarına aşamazlar çünkü, zararın büyük kısmına teknolojiyi kullanma tarzımız neden olmuş olsa da teknolojiden kaynaklanmayan bir kriz ile karşı karşıyayız. Ve çünkü bugün karşı karşıya olduğumuz kriz algımızdaki bu kusurdan kaynaklanmaktadır.

Tüm dünyadaki hayatın sanayileşmesi bizi korkutucu bir şekilde hem geleneksel dinlerimizden hem de doğal dünyadan uzaklaştırdı. Doğal düzenden böylesine ansız bir kopuş, bizleri içimizdeki mukaddes anlayıştan da uzaklaştırmakta; Yaradılış mucizesini hayranlık ve merakla kavrayabilme kapasitemizi azaltmakta ve ilahilerimizi monotonlaştırmaktadır.

Çoğu zaman çağdaş dünyanın “Büyük Resim” ile ilgilendiğini duyarız ancak her geçen gün daha çok merak ediyorum, acaba bu ilgi gerçekten de kapsamlı bir algıya mı dayanıyor. Bizleri bu resmin ayrılmaz bir parçası olarak mı görüyor? Bu kadar yıkıcı bir şekilde aleyhinde hareket etmektense Doğanın sunduklarıyla çok daha sürdürülebilir bir hayat yaratmayı umuyorsak, o zaman bu “Büyük Resmi” ancak içimizdeki mukaddes olan anlayışımızı bozulmadan koruyarak yaşayabiliriz.

Burada vurgulamak istediğim nokta, doğal Dünyanın hatta tüm Evrenin bir bütünlük içerisinde birbirine geçmiş ve bağlı olduğudur.

Dolayısıyla burada bahsettiğim kusur da şudur: dış ve maddi dünyayı tek gerçeklik olarak kabul ederek çağdaş sanayileşmiş dünya görüşü çoğu zaman “parçayı” “bütün” olarak alıglamaktadır. Fakat, bunu yaparken, sadece bütünü tahrif etmekle kalmaz aynı zamanda parçayı da yok eder. Kelimenin tam anlamıyla yıkıcıdır!

Bütün büyük geleneklerin bizlere öğrettiği gibi, bu kusuru farklı kültürlerimizle kesişen ve çözüm arayışında bizleri yakınlaştıran ortak bir sorun olarak kabul etmeliyiz. Sonuçta, hayatlarımızın kesinlikle sınırlara ihtiyaç duymayan ticaret, turizm, göçmenlik gibi kuvvetlerle nasıl da artan bir şekilde birbirine bağlı olduğuna bakın kaldı ki iklim değişikliğinin hepimizin yaşamları üzerindeki olumsuz etkilerinden bahsetmiyorum bile. Çiftçilik yapmak, ticaret yapmak, bir yerden bir başka yere gitmek, ısınmak, serinlemek ya da evlerimizi aydınaltmak için kullandığımız yöntemlerin sadece bizleri, ailelerimizi ve komşularımızı değil yaşadığımız yerden millerce uzakta yaşayan diğer insanları, onların ailelerini ve onların komşularını da derinden etkilediğini artık net olarak biliyoruz. Ve bugünkü hareketlerimizin gelecekteki kuşakların yaşamlarını etkilediğini de unutmamalıyız. Bence, “komşuluk” tanımının bu kadar kapsamlı olduğu hiçbir çağ olmamıştır.

Hepimiz, kendi geleneklerimizin komşularımıza göz kulak olmamız konusunda neler söylediğini biliriz. İçinde Tanrı inancı olan herkesin uyması gereken ilahi kanunlarda, kişinin komşusuna karşı sorumluluk duyması gibi asil bir ahlaki değer bulunmaktadır. İncil’de örneğin “İyi Samariyeli” olmakla ilgili bir vahiy vardır. Ve bir İslam alimi olmamama rağmen, Hadisleri okuduğumuzda gene aynı ilkenin geçerli olduğunu göreceğimizi düşünüyorum:

“Kendisi için istediği bir şeyi mümin kardeşi için de istemedikçe gerçekten iman etmiş olmaz.”

Ve Kur’an:

“Hani, sizler birbirinize düşman idiniz de O (Allah), gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş olmuştunuz.” Demiyor mu?

Dolayısıyla Baylar ve Bayanlar, tarihin son derece önemli bu döneminde çağdaş dünyamızın artık benimsediği değerleri çok daha yakından incelememizi ve bu değerlerin hayatımızı daha bütünleşmiş ve sürdürülebilir kılacağı boyutları düşünmemizi öneriyorum. Muhakkak ki bugün sizlere anlatmaya çalıştığım birbirimize bağlı olduğumuz gerçeğinin idrakına varmak bizlere çok büyük bir fırsat sunmakla kalmıyor aynı zamanda anlayış ihtiyacı için büyük bir sorumluluk da yüklüyor.

Ve kendimizi kendi hayatımızda ve diğerlerinin hayatında mukaddes olana adamadan bu anlayışı nasıl sağlayacağız?

Dünyadaki İnançların yüce ilahi metinleri ile bilge alimlerin muhteşem ilahileri ve mesnevilerinin bizleri ulaştırmaya çalıştığı o nihai son budur. Mevlana’nın da söylediği gibi:

“Tanrı’nın insanoğlu için amacı gören bir göz ve anlayan bir kalp bulmaktır”.

Bu nedenle, kendimizi bu amaca yeniden adamak ve yenilenen enerji ve çaba ile yeniden bu yola başkoymak için Mevlana’nın ebedi ikametinin yakınındaki bu yerden daha iyi bir yer olabilir mi?

Haber Fotoğrafları

Basın Kuruluşları için;